İçindekiler
Sait Faik Abasıyanık Müzesi – Burgazada
Prens Adaları’nın en sakinlerinden biri olan Burgazada, aynı zamanda ünlü isimleri ağırlaması ve onlara sanatlarında ilham kaynağı olmasıyla biliniyor. Yalnızca etnik yapıların değil, kültür ve sanatın da aynı atmosfer içinde eridiği Adalar’da yaşamak, onun yalnızca doğal güzelliklerinden faydalanmak demek değil; kültür mirasına da sahip çıkmaya çalışmaktır.
Şairler, yazarlar, siyaset adamları hep gelip geçmiş Adalar’dan. Burgazada ise edebiyatın mihenk taşlarından biriyle, yani 2010 yılında yüzyılın en iyi öykücüsü seçilmiş Sait Faik Abasıyanık ile anılıyor. Hayatının bir döneminde Burgazada’da yaşayan yazarın hikayelerinde Burgazada’nın yeri ise yadsınamaz bir gerçekliğe dayanıyor. Bu yazımızda öncelikle Lüzumsuz Adam’dan hepimizin bildiği Sait Faik Abasıyanık’tan, daha sonra Burgazada’nın bir diğer güzelliği kültür mirası yazarın ardından bize kalan Sait Faik Abasıyanık Müzesi’nden bahsedeceğiz.
Sait Faik Abasıyanık Kimdir?
Türk hikayeciliğinin en önemli isimlerinden Sait Faik, edebiyatın “kökü kendisinde olan” yazarı. Adapazarı’nın Semerciler Mahallesi’nde dünyaya gelen yazara, doğduğunda Mehmet Sait ismi verilmiş fakat sonraki yıllarda kendi isminden Mehmet’i atarak, babasının adı olan Faik’i kullanmaya başlamıştır. Soyadı ise “Abasızzadeler” veya “Abasızoğulları” olarak anılmaktaydı. Ailesi, Soyadı Kanunu’nun ardından Sait Faik’in arzusuna uyarak “Abasıyanık” olarak anılmaya başlanmıştır. Metinlerinde anlattığı hayatlar ve kullandığı samimi dilin yanında hikayeciliğe yeni bir pencere açan Abasıyanık, kendi içinden hareketle bireyin hakikatini ortaya koydu. Şair yönünün verdiği yoğun duyguları, toplumda varolmaya çalışan küçük insan sorunlarıyla harmanlayarak kendine özgü anlatımıyla kalıcı bir yer edindi Türk edebiyatında. Peki, nasıl yetişti bir Sait Faik?
Yazar hayatına başladığı lise günlerinden itibaren karakteri ve metinleri şekillenmişti Sait Faik’in. İlerleyen yıllarda yazma arzusunun bir yazar olarak onu bırakmadığını, hırsının kendisinin nasıl tükettiğini ve yazmaya karşı tüm duygularının harmanlandığı satırları “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” satırlarıyla aktarır bizlere (Abasıyanık, Sait Faik. 1956. Son Kuşlar. Varlık: İstanbul).
Erken yıllarda metin yazmaya başlayan Sait Faik’in Türk edebiyatındaki yerini nasıl kazandığını, metinlerinin can bulduğu atmosferi anlamak için onun eğitim hayatına değinmek gerekli. Çok insan görmüş, çok hayatla karşılaşmış bir isim Sait Faik. Eğitimine Rehber-i Terakki’de başlayan yazar daha sonra Adapazarı İdadisi’nde okumaya devam etti. 1920 yılı geldiğinde Yunan işgaliyle beraber eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Bu tarihten itibaren kısmen göçebe yaşamı süren Abasıyanık ailesi, işgalin ardından Adapazarı’na geri döndü ve Sait Faik buradaki eğitimini tamamlayabildi. İstanbul Erkek Lisesi’ndeki eğitimi sırasında arkadaşlarıyla beraber Arapça öğretmeninin sandalyesine iğne koydukları gerekçesiyle okuldan atıldı. Öğrenimini Bursa Erkek Lisesi’nde tamamladı.
Bursa’daki eğitim hayatının sonlarına doğru metin yazmaya başlayan yazar bu sırada yazdığı hikayeleri çeşitli dergi ve gazetelere de göndermeye başladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okuduğu iki senenin ardından okuldan ayrıldı. 1931 yılında babasının isteğiyle İsviçre’de okumaya giden Abasıyanık, burada sıkıldığı için rotasını Fransa’nın Grenoble kentine çevirdi ve burada üç seneyi aşkın bir süre yaşadı. Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde eğitim gören yazar bu sürede birçok kenti ziyaret etti. Gezgin günlerin ardından İstanbul’a dönen yazar, eğitimini tamamlamadan okulları terk etmesi sebebiyle diploma alamadı. Bir süre ailesiyle beraber Rumeli Caddesi’ndeki Rumeli Apartmanı’nda yaşadı.
Yani aslında, Abasıyanık’ın çoğunlukla şehir içinde “kaybolmanın” kıyısında olan işci sınıfını anlatmış güçlü kalemi, onun kendi yaşamından, hayata ve insanların arzularına karşı eleştirel bakışından beslendi diyebiliriz.
İlk Sait Faik Metinleri…
Dağınıklığı ya da aylaklığından mıdır bilinmez bazen yazdıklarını sağda solda unuturmuş, bazen okuyucusuna küsüyor, ilgi görmediği için alınıyormuş Abasıyanık. Bugün, edebiyatla ilgisi oldukça az olanların bile adını duyduğunda anımsayacağı bir yazar olmak kolay değilmiş yani. Yıllar boyu farklı çevrelerin havasını solumuş olması onu Türk hikayeciliğinin demirbaşı haline getirdi. Eserlerinin, kişiliği ve yaşantısıyla içli dışlı olduğu yazarlardan biriydi. Her metninden burada bahsetmek mümkün olmasa da hayatının akışı içinde değişimlere sebep olmuş ve bu değişimlerden doğmuş metinlerine yer vermek istedik.
İlk hikayesi İpekli Mendil, Bursa Erkek Lisesi’nde bir edebiyat dersinin ödeviydi. Yıllar boyunca kültür-sanat dünyasının nabzını tutacak ve halen aktif Varlık Dergisi’nde 15 Nisan 1934 tarihli 19. Sayısında yayımlanmasıyla bir edebiyat ödevi, Sait Faik’in kült hikayelerinden biri olarak anılmanın kapısını araladı. Bursa’da yaşadığı yıllarda metin yazma aktivitesi İpekli Mendil ile sınırlı kalmayan yazarın Uçurmalar ve Zemberek’i de burada yazılmıştır.
1929 yılının Aralık ayında Uçurtmalar isimli hikayesiyle Milliyet Gazetesi’nde yer alan yazar daha sonraki yıllarda aktif olarak çeşitli dergi ve gazetelerde hikayeleriyle anılmaya başlandı. Yazarın on öykü ve bir yazısı Hür Gazetesi’nde yayınlandıysa da bunlardan hiçbirine kitaplarında yer vermedi. 1934 yılı geldiğinde İstanbul’a dönen yazar iş hayatına atıldı. Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Ancak öğretmenlik, Sait Faik’e göre değildi zira derslere sürekli geç kalarak maaşından kesilmesi ilk ay onun yalnızca 13 lira kazanmasına neden oldu. Öğrenciler üzerinde idarenin istediği disiplini yakalayamaması ise sürekli bir tartışma konusu yaratmaktaydı.
Edebi Hayatın Çalkantıları
Öğretmenliği bırakma sebeplerinden biri olan babasının zahire dükkanına bir süreliğine bakmaya çalıştı. Ancak 6 ay ayakta duran dükkan ardından Abasıyanık, babası tarafından satın alınan Şişli Kırağı Sokak’taki İkbal Apartmanı’nda, yazılarına ağırlık vermişti. 1936 yılında Remzi Kitabevi’nden ilk hikaye kitabı Semaver’i çıkarmıştı, daha sonraki yıllarda ise yaşadığı bu sevinci Hallaç isimli hikayesinde anlatacaktı.
Daha sonraki yıllarda öykülerini yazmaya devam eden ve edebi çevre tarafından beğeniyle karşılanan Sait Faik, 1940 yılında ise Çelme adlı hikayesi nedeniyle yargılandı. Bunun sebebi, halkı askerlikten soğuttuğu öne sürülmesiydi. Kurun Gazetesi ve Varlık Dergisi’nde yayımlanan bu hikayeye, Yaşar Nabi Nayır ve Orhan Veli Kanık gibi büyük isimlerin yanında birçok sanatsever de destek oldu. Hakkında açılan davadan beraat eden Sait Faik, yazmaya uzun bir ara verdi. Bu sırada muhabirlik yaptı, Haber – Akşam Postası isimli gazetede “Mahkemelerde” başlığıyla röportajlarını yayınlayan yazarın 28 adet mahkeme röportajı, daha sonra Varlık Yayınları tarafından Mahkeme Kapısı ismiyle basıldı. Dönem dönem başına gelen talihsizliklerden ötürü yazmaya ara veren Abasıyanık, yalnızlık çektiği ve bunalım halinde olduğu bir dönemde Lüzumsuz Adam’daki hikayelerini kaleme almaya başladı.
Sait Faik’in Hikayelerinde Burgazada’ya ve Burgazada Halkına Her Zaman Rastlarız
Sait Faik yalnızca Burgaz’da yaşamadı, onu metinlerinde resmederek yaşattı. Adanın tüm güzellikleri ve halkın tüm samimiyetinin esintileri Sait Faik metinlerini süslüyor. Varlık Dergisi’nde 1947 yılının Ekim ayında yayınlanan Papaz Efendi hikayesi, kurmaca içinde buruk bir anektodu anlatıyor.
Papaz Efendi Hikayesi
Evimiz kilisenin karşısındaydı. Bu, akşamüstleri lacivert kesilen gökyüzüne, neftileşen çamlara kırmızı tuğladan vücudu ile yaslanan, çan kulesi olmadığı için tepesine her zaman bir karga yahut da şair bir martı konan haçı ile Bizans’tan beri Rum kalfanın Ortodoks ve cahil kafasından restore edilmiş, kiliseden çok bir Bizans derebeyinin evine benzeyen bir binadır. Bir tek kubbesi vardır. Bina çirkin değildir. Ama güzel de değildir. Küçük kubbelerin bulunması lazım gelen yerlerde mazgala, burca benzeyen delikler, çıkıntılar vardır. Gündüzün kalın, -daha doğrusu görüle görüle bıkılmış haliyle-akşam olunca neftinin, koyu mavinin, elle tutulması kabil hale gelen renklerin içine kiremit rengiyle yapışıp kaldığı zaman, tepesindeki haçından tutup, kuşu bile kaçırtmadan, bir çıkartma gibi ıslatıp defterin koyu mavi zemini üzerine çıkarır da duvara asabilirseniz seyrine doyamazsınız.
Galiba kilise mayıs akşamlarında bu hale gelirdi. Ben de mayıs akşamlarında çıkartma çıkaran bir çocuk, belki de ressam olmadığıma hayıflanırdım. Kilisenin çan kulesi, ön taraftaki boş arsadaydı. -Buna çan kulesi demek de doğru değil a !– İki tane çanı vardı. Biri merasimle ölü günlerinde çalan büyük çan, ötekisi her günkü dua ve vapur vaktini köye haber veren küçük çan. Çanların biraz gerisindeki iki çam ağacı arasına konmuş kalasın üstünde o gün ilk defa papaz efendiyi gördüm. İki simsiyah gözü, simsiyah bir sakalı vardı. Ayak ayak üstüne atmıştı. Siyah şapkasını dizlerinin üstüne koymuştu. Sırtında elle dokunulmadan giyilmiş gibi sadakor bir gömlek parlıyordu. Yağlı saçları, çok beyaz, geniş alnının üstüne haşarı bir çocuğun ki gibi dökülmüştü.
-Merhaba, bey, dedi.
-Merhaba, papaz efendi.
-Nasılsınız efendim? Komşuyuz galiba?
-Komşuyuz.
İki sıra, sadakor gömleği gibi beyaz dişi, siyah sakalının arasından parlayıverince yüzünden o Bizanslı, Ortodoks mana uçuvermişti. Yemek yiyen bir amele kadar güzeldi şimdi. Bütün kilise havasını bir maske gibi çıkarıp atmıştı sanki.
-Sizin valideye söyler misiniz, dedi bu kış bahçeye ben bakayım.
-Söylerim, dedim.
Söyledim. Ertesi gün sabah sabah onu bahçede buldum. Elinde bel vardı. Uzun pardösüsünü elma ağacına korkuluk gibi germişti. Bembeyaz kolları adaleli idi. Uzun, ince parmaklı ellerini kazmanın sapına dayayıp durdu. Bir avuç topraktan aldı ellerine:
-Severim toprağı. Bu sessiz, mütevazi, sakin, deli şeyi, dedi. Hayat bundandır işte. Biz canlı mıyız bunun yanında. Onun için bundan yapıldık, derler.
-Filozofsunuz galiba, papaz efendi?
-Hayır! Ne papazım ne filozofum. İnsanım. Topraksız, evsiz, barksız, hem de dinsiz.
-Dinsiz mi?
-Bir bakıma elbet dinsizim. Ama sanırım ki Allah varsa bizi yaşamak için yaratmış. Böyle olunca kabul.
-Vazgeçelim, dönelim toprağa, dedi.
-Kaç yaşındasınız papaz efendi?
-Altmış Üç
-Ne ?…
Dimdik dikildi. Bir dirhem kötü eti, kötü yağı yoktu. Ahenkle dimdik duran vücudunda fazla hiçbir şey yoktu. -Maşallah! Olur şey değil! Kırk yaşından fazla görünmüyorsunuz.
-Yaşamak için yerim. Bulursam bol şarap içerim. Sigarayı ağzımdan düşürmem. Yaprak yerim. Kuş yerim. Daha olmazsa toprak yerim. Ama insan eti yemem. Hep mideden. Sağlam bir midem var. Çok yemem. Makineyi döndürecek kadar yerim. Fazla istemem. Keyifle yerim. Keyifle içerim. Bu gençlik ondan. Hiçbir şeye aldırmam. Papaz rakı içiyor, sarhoş oluyor, papaz kızlara bakıyor, papaz gülüyor derler. Desinler, vız gelir. Hayatta bir şey yapmak istediğim halde yapamadım. Kumar oynamadım. O kadarına elim varmadı. Yoksa insanların yaptığı her şeyi yapmak isterim. Gençliğimde kuru ekmekle soğan yerdim. Ama genç kızları görünce tay gibi kişnerdim.
-Ne diyorsunuz papaz efendi?
-Öyleydim efendim. Neden? Papazım diye mi yapmayacağım. Güzel şeylere bayılırım. Güzel kızlara, iyi şaraplara, otlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara… Güzel olan her şeye. Güzel de Türkçe konuşuyordu.
-Sonra yine görüşeceğiz, müsaade, dedi.
Ayağını belin üstüne hırsla vurdu. Kırmızı toprak, yumuşak bir sesle hafifçe nemli, yana döküldü.
Papaz:
-İşte bakın dedi. Bir avuç altından farkı ne? Altın neymiş sanki? İki büklüm vaziyette bir ayrık otunu çekerken kafasını bana doğru kaldırdı. O sapasağlam dişlerini gösterdi.
-Altınımız olmadığı için, toprağı sevdiğimiz, onu yediğimiz için dişlerimiz sağlam, dedi. İyi ki, altınımız olmadı. Onun yüzünden belki de ölürdük, şimdiye kadar pis yağdan, kara ciğerden…
Papaz efendinin küçük bahçemizle giriştiği kavga sona erdiği zaman, erkekle kadın arasındaki aşk muharebesinde galip çıkan erkeğin, hem mağrur hem müşfik hali papaz efendi de, kadının o çiçekli, o güzel, o pırıltılı -bir nevi galibiyetten başka bir şey olmayan- dişi mağlubiyeti de toprakta idi. Ne ağaçlarda fazla bir dal, ne de yerde zararlı bir ayrık otu kalmıştı. Domates fideleri boy atmıştı. Sarı sarı açmış kabak, hıyar çiçekleri ortasındaki bahçeye bakarak sigara içişi, kazanılmış, hak edilmiş bir sigara içişti.
Ben evin penceresindeydim. O, küçücük çekirdeklerin kabuklarını yırtıp koca toprağı iterek havaya fırlayışına keyifle bakıyordu. Bir taşın üstüne oturmuştu. Bir mayıs sonu ikindisi, göğe buğular halinde şimşekli, ağır bulutlar yığmıştı. Papaz efendi, beni pencerede gördü. Etrafına bakındı. Bahçeyi gösterdi:
-Nasıl? Dedi.
Bende etrafa bir göz attım.
-Güzel oldu. Muharebeyi kazandınız papaz efendi dedim.
Bir dakika düşündü.
-Tohum gibi askerim, toprak gibi cephanem olduktan sonra, dedi, kazanmasam ayıp olurdu. Aşağıya inin aşağıya. Aşağıya inince onu yine Kitabı Mukaddes çobanı gibi dimdik, bele dayanmış buldum.
-Galip bir generale benziyorsunuz, dedim.
Güldü.
-Evet, dedi. Paşa papaz Aleksandros!
Yine toprağı eline aldı. Kırmızı, nemli bir topraktı. Sakalına sürdü.
-İçinde bunun demin, manganez, fosfor, kireç, her şey var, dedi. Ben tohumu anlıyorum. Bir nevi ambar. Bir nevi yumurta. Ama bu toprak denilen şeyi anlayamıyorum. Kimyacı tahlil eder. İçinde şu, şu var, der. Ama bir tohum içine girince yalnız ona lazım olan şeyleri cömertçe vermesi ne demek? Kokuyu, rengi, madenleri, vitaminleri, çeliği, fosforu, arseniği, şekeri, bilmem ki daha neyi?
-Ama yalnız o mu? Ya su? Ya güneş?
-Onun kadar mütevazi olmadıkları için bana ikinci derecede imiş gibi geliyorlar. Yağmur, dua, rica bekliyor sanki yağmur. Şarıl şarıl toprağa aktığı zaman seviniyor, “Allah’ım, çok şükür !” diyoruz. Ne de güneş gibi pırıl pırıl parlayarak “Hepinize bir şeyler veriyorum, ben olmasam işiniz dumandır, ben olmasam yaşayamazsınız.” der toprak. O sessizce çamur, balçık halinde ayaklarımın altında bütün kış, potinlerimizi, üstümüzü kirleterek cansız, kara kırmızı, sarı kül rengi simsiyah yatar. Sonra baharla beraber içinizdeki sevinci boşaltıverir. Hiç durmadan bol bol dağıtarak bize bir bayram gösterir. Çayırlar yoncalarla, bayırlar gelinciklerle, papatyalarla dolar. Çalı süpürgeleri bile gülerler. Karşılığı için hiçbir şey istemeden veriyor o. Cömerttir, cömert! Sonra vakti gelince, bize yeter dereceye kadar bir bayram gösterdikten sonra, yine kır kurağına, çürütür, doğurur. Erkekler değil ama kadınlar muhakkak topraktan çıktı. Toprak ana! Toprak ana! Her mahlûkum dişisinde bir topraklık var. Biz erkek kısmı güneşin, havanın, suyun çocuklarıyız belki ama kadınlar muhakkak topraktan.
Elindeki toprağı patlıcan fidelerinin üstüne savurdu. Birdenbire:
-Sen benim sesimi dinledin mi? dedi.
-Hayır.
-Benim sesim çok güzeldir, bir dinle, dedi. İsa’yı babasını düşünerek değil, toprağı severek okurum ilahilerimi. Dinlemelisin. Bizans havası korkunçtur, acıdır, hakikatten kaçar, yalanların alemini, sıkıntıları, hasetleri, şehvetleri, esirleri, bir nevi uslu deliliği söyler. Ama ben onu başka türlü söylerim. Toprağı düşünerek okudum mu iş değişir. İki güzel sesli insan var bu adada. Biri benim, buna kimsenin şüphesi yok. Öteki de balıkçı Antimos’tur. Dinledin mi hiç onu?
-Hayır, onu da dinlemedim.
-Dinlemişsindir, ama duymamışsındır. Balık ağı örerken, ağları tamir ederken okur o. Yakından dinlersen bu sesin güzelliğinin farkına varamazsın. Bir iniltiden başka bir şey değildir. Öyle hafif söyler ki, ancak işitilir. Onu dinlemek istiyor musun? O, deniz kenarındaki kulübesinde şarkı söylerken sen bir sandala bineceksin. Şöyle bir on dakika kürek çekeceksin. Deniz ortasında duracaksın. İşte o zaman balıkçının sesini duyabilirsin. Yanında iken duyulmayan bu ses denizin ne tarafına gitsen, ne tarafına gitsen duyulur. Hem öylesine duyulur ki… Uzun uzun dinlemelisin. İçine evvela bir eziklik gelir, sinirlenirsin. Sandalı hızlı hızlı çek. Kıyıdan biraz daha açıl. Daha uzaklara git korkma! Ses seni kovalayacaktır. İşitilmemeye başladığı yerden sese doğru kürek çekmeye başlayacağına kalıbımı basarım. Balık tutmaya çıkmışsın, denizin içini, balıkları, yakamozları, denizin çırpıntılarını avuç avuç etrafına sepilmiş göreceksin, bu ses insanoğlunundur. Allah şarkısı değildir bu. Balıkçı ona söylüyorum sanır ama, ona söylemiyor, denize söylüyor. O, tam seksen yaşında bir adamdır. Kimseye fena muamele etmemiştir. Ömrünü balık ağı ile örmüştür. O, denizden yiyeceğini çıkarmıştır. İki gün balığa çıkmasa aç kalır ama yetmiş senedir her gün balığa çıkar. Her gün tuttuğu balık, yarının ekmeğine yetişecek kadardır. O, öylece hazine bulmuştur ki, o defineden her gün aldığı şey o kadardır. Bu kadar almak da kimsenin hakkını yememektir. Onun denize söylediği sevda, şükran şarkısını beğenirim bilir misin? Bilmezsin. Ben de toprağa söylerim kilisede. Ama benimkisi toprağa bir günahkârın iniltisidir. Ben hayatımı insanları asırlardan beri aldatan ilaçlarla kazanıyorum. Ben uyuyamayanların afyoncusu! Sırmalı elbiselerimle toprağa şarkı söylediğim zaman dinleyenler işin böyle olduğunu bilseler, ne yapmazlardı? Beni aç bırakırlardı, aç!
Yine bir avuç toprak aldı eline:
-Ben toprağa ilahi okuyorum. Beni dinle, dedi. Balıkçıyı da dinle. O da denizlerin dibine şarkı okuyor. O hakikati bilmeden bularak yaşamış mübarek adam! Ben, akıllı günahkâr. Ben dünyada balıkçıları, toprakla uğraşan rençberleri severim. Yalnız onları… O kadar…
Papaz efendiyi bir ayin esnasında dinledim. Balıkçıyı hem yakından hem uzaktan işittim. Bizans havalarının sırrına eremedim ama, günlerce içimi bir kara kurt halinde bu sesler kemirdi.
Kulaklarıma her zaman bu iki ses gelmiştir. Bu sesleri uyku tutmadığı geceler açık bir pencerenin önünde dinlerken o kadar kendime eğilmişimdir ki, kanımın damarlarının içinden akışının sesini duyar gibi olurdum.
Papaz efendiyi toprakla uğraşırken görmeliydi. Bu görülebilecek bir şeydi. Zevkle çalışırdı. Sakalından başka hiçbir şey papazlığını hatırlatmazdı. O sakal da ilk insanların en gencinin sakalı gibi siyahtı. Papaz efendiyi köylü sevmezdi. Papaz ise köylüye düşman değildi. Herkesle tatlı tatlı, dobra dobra konuşurdu: Hakkında yapılan dedikodulara aldırış etmez, kahvede:
-Kim demiş beni kadınlardan pek hoşlanır, diye geçen gün? diye sorardı.
Kimse cevap vermeyince, dedikoduyu çıkaranın gözünün içine bakarak:
-Kadınlardan pek hoşlanmak, nefes almaktır, nefes almayınca yaşanır mı çocuklarım, derdi.
Onu bir mehtaplı gecede adanın en yüksek tepesinde kızartılmış bir kuzunun başında bir takım genç Rumlarla beraber kadınlı, erkekli bir alemde buzlu rakılar çekerken gördüm. Siyah sof kumaştan setresinin ayda parlayan eteklerini beline sokmuş, eline bir peçete almış. Dolgun bir Rum kızıyla şakır şakır kasap oynamıştı. Rakı kadehi bir elindeydi. Öteki elinde genç kızın ufacık eli, bir de bembeyaz sakız gibi bir mendil vardı. Bu mendille ara sıra kızın alnındaki terleri siliyordu.
Kışın bazı cumartesileri Ada’ya gittiğim zaman, onu bahçede bulurdum. Ispanakları, soğanları gösterir:
-Yalnız gelmemeli bunların arasına, derdi. Havalar soğuk. Salatayı yapacak birisi lazım sana. Yalnız gitmediğim günler, pencerede bir kadın hayali gördüğü zaman, yazın öğle denize vurmuş güneş gibi parlak dişleri gülerdi.
Papaz efendi geçen yaz öldü. Hem de karaciğer hastalığından. Karnı Hüt dağı gibi şişmişti.
-Hastalığım sirozmuş, dedi. Bu hastalık bana gelmemeliydi. Hastalık diye bir şey yoktur. Bu dert de insanların yaptığından.
-Ne oldu papaz efendi? Bir şeyler duydum ben.
-Aldırma, dedi. Ben aldırmadım da gidiyorum. Namussuz köylü, dedi. İftira attı. Yalan olduğuna sen inanmalısın. Ama belki de ölmem. Ben bunu da atlatırım.
Atlatamadı, öldü. Papaz efendinin bütün kabahati aptal bir kızı kandırmış olmasıydı. Ölmeden üç gün evvel bir kır kahvesinde gördüm. Yüzü, bembeyazdı. Sakalının arasından çiçek bozuğu yüzünü o gün farkettim. Ama hala genç, hala güzeldi. Yalnız fena zayıflamıştı. Karnı da belli belirsiz şişmişti.
-Dün su aldılar, dedi. Koşan yanık bacaklı taze bir kız gösterdi:
-Şöyle birisi ile şu dedikoduyu çıkarsalardı yüreğim yanmazdı, dedi.
-Sana vız gelirdi hani böyle şeyler papaz efendi?
-Bu sefer koydu, oturdu içime, dedi. Niye insanlar birbirleriyle bu kadar uğraşırlar… Hem artık ölüm de kapıyı çalmıştı herhalde ki, insanların hakkımdaki lakırdıları beni bu kadar sarstı. Yoksa aldırır mıydım? Bilmez miyim hepsi kalleş, budala, hırsız, yalancı? Birbirinin ekmeğine, karısına, kızına, dükkanına göz diktiklerini bilmez miyim? Ben yaşayarak, gülerek toprak anamızı, güzel kızları seyredip severek üç gün sonra öleceğim.
Üç gün sonra papaz efendi öldü.
Sait Faik’in Son Kuşlar Eserindeki “Haritada Bir Nokta” öyküsünü de buradan dinleyebilirsiniz.
Sait Faik Burgazada Hayatında Nasıl Biriydi?
Sait Faik’in yazdığı metinler bir yana, ona bu metinlerin ilhamını veren Burgazada manzarası ayrı güzel. Sait Faik’in içsel dinginliğine bir de Burgazada’nın sakin ve huzurlu atmosferi eklenince, yazmak için en uygun yerlerden birinin Burgazada olabileceği sonucuna varıyorsunuz. Okuyucusunun yüzünde ufak bir gülümseme ve içinde buruk duygular bırakan hikayelerini yazdığı havayı solumak, edebiyat dünyasıyla ilgilenen ve müze gezmeyi seven ziyaretçilere de unutulmaz bir deneyim oluyor. Daha sonra detaylı bahsedeceğimiz Sait Faik Abasıyanık Müzesi’ne geçmeden önce, yazarın Burgazada hayatına bir göz atmak istedik.
Burgazada’da yaşadığı sürede ada halkı onun arkadaşı olmuş, günlerini sokaklarda esnafla, denizlerde balıkçılarla geçirmiştir. Burgaza sokaklarında gözlerindeki sevgi diline de yansıyan bir adam Sait Faik. Esnafa herkesten çok değer vermiş, canlılara ve doğaya herkesten fazla sahip çıkmıştır. Burgazada’nın doğasına, yaşamına, dinginliğine büyük saygısı vardı Sait Faik’in. Arkadaşı Orhan Bey ise en güzel tanımlamayı yapıyor belki de Sait Faik’in kalbi için. “Hiçbir şeye kötü gözle bakmazdı, bütün tabiatı çok sever ona saygı duyardı. Bu yüzden Sait benim için sevgi demek,” diyor Orhan amca. “Kuşlardan bahsederdik Sait’le. Kuş göçlerinden, isketeden, sakadan… O zaman Rumlar vardı adada. Kuşları tutar, yerlerdi. Sait çok kızardı onlara.”
Burgazada esnaflarından bakkal Orhan Tuncer ile yakın dostluğu bulunan Sait Faik, ada halkı tarafından her zaman sevgi ve saygıyla anılmaktadır. Orhan Tuncer ise Sait Faik’in yakın arkadaşı olmasıyla, bize yazar hakkında bambaşka bir yön sunmuştur. Aslında artık pek bilindik bir anektod haline gelen Beyoğlu’ndaki Yazarlar Derneği’nin toplantısına bir balıkçı sanıldığı için alınmama hikayesini Sait Faik havalara uçarak anlatmıştır Orhan Tuncer’e. Hikayeye göre bu toplantıya giden Abasıyanık, görevli tarafından içeri alınmamış “Hop! Dur bakalım hemşerim, buraya sadece yazarlar girer; balıkçılar değil” diyerek kapıdan çevrilmiştir. Sıradan insanların hayatını anlattığı gibi kendisi de sıradan bir insan olmak istemiştir her zaman. İçinde büyük bir sevinçle adasına geri dönen yazar sevincini arkadaşlarıyla paylaşmıştır. Sait Faik, Şan şöhret peşinde olmadığı gibi tanınmak da istememiştir.
1948 yılında arkadaşlığı başlayan iki ismin 1953’te çıkan Şimdi Sevişme Vakti adlı şiir kitabıyla ilgili kısa bir anektodunu aktaralım. “Ada’nın esnafı olan Orhan Tuncer Bey de bu kitabı ister. Yazar imzalayıp verdiği kitaba şu notu düşer: “Burgazada’nın kitaba para veren ilk adamı sensin… Dünyanın kitaba para veren ilk bakkalı kimdir dersin Orhancığım?” (17 Ekim 1953)
Abasıyanık’ın Mütevazı Kişiliğini Yaşar Kemal Şöyle Anlatıyor:
Usta öykücünün Mark Twain Cemiyeti’ne fahri üye seçilmesi üzerine Yaşar Kemal,
“Akşamüstleri Tünel’den Taksim’e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli ama müthiş kederli-yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır-, pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki (daha doğrusu her hali) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez. Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık… Bu adamın üstünden başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy İskelesi’nin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikayeci Sait Faik’tir.“
Annesi İle Olan İlişkisi
Sait Faik, özgürlüğüne düşkün, başına buyruk görünse de annesi Makbule Hanım’ı Burgazada’da yaşadığı süre boyunca hiç habersiz bırakmaz, balıkçıların yanından tam da annesinin söylediği saatte kalkarmış. Orhan Tuncer’le çıktığı balık avından saat 16:00 civarı ayrılmak zorunda kalırmış. Annesiyle yaşadığı için onun kanatları altında olma ve ona ekonomik açıdan bağlı olma yanında kuvvetli bir gönül bağı da getirmiş.
Kalpazankaya, Sait Faik ile anılan ve muhteşem bir manzaraya ev sahipliği yapan bir konum. Sait Faik, burada geçirdiği uzun vakitler boyunca manzaraya bakar, ondan ilham alır ve metinleri üzerine düşünürmüş. Burgazada’ya yolu düşenlerin uğradığı Kalpazankaya’nın 2003 yılında bir mesire yeri haline getirilmesiyle açılan restoran, muhteşem bir manzaraya bakıyor ve ziyaretçilerin de uğrak mekanı haline gelmiştir. Sait Faik’in anısını orada yaşatmak isteyen adalılar, Kınalıada ve Kalpazankaya’ya bakan, oturtulmuş halde bir heykelini yaptırmıştır. Bu heykel bir süre Kalpazankaya’nın ziyaretçilerine eşlik ettikten sonra müzenin bahçesine taşınmıştır.
Burgazada Yeni Sait Faik Heykeli
2012 yılı Mayıs’ı, yani yazarın ölümünün 58. yıldönümünde, İskele meydanına Abasıyanık’ın yeni bir heykeli dikildi. Bir törenle açılışı yapılan heykel, Burgaz’da Sait Faik’in anısını halen yaşatıyor. Törende ayrıca yazarın hikayeleri Darüşşafaka’lı öğrenciler tarafından canlandırıldı.
Abasıyanık’a benzerliğinin de tartışma yarattığı heykel, halen Burgazada halkına, martılara ve tüm sevenlerine selam veriyor.
Burgazada Sait Faik Abasıyanık Müzesi
İstanbul sokaklarında bir flanör olduğu dönem bunalımlarının artmasıyla kendini annesinin yanına, Burgazada’ya atardı Sait Faik. Karakterinin sadeliği belki de en çok yakışanıydı Burgazada’ya. Annesi Makbule Hanım onu “şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu halde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi” sözleriyle anlatmıştır.
Nispeten kısa bir ömür yaşayan Abasıyanık, hayatının son yıllarını Burgazada sakinliğinde geçirdi. O meşhur ev, 1959’dan itibaren Sait Faik Abasıyanık Müzesi olarak ziyaretçilerini bekliyor. 1938 yılından itibaren her yazını buradaki evde, çoğunlukla Burgazada plajlarında balıkçılarla geçiren yazarın sahip çıkılan hatırasına bugün de ulaşmak mümkün. Prens Adaları’nda her sokakta görebileceğiniz bir yapıya sahip fakat sade olduğu kadar öyle de etkileyici bu ada konağı, Sait Faik’in annesi Makbule Hanım’ın ricası üzerine Darüşşafaka tarafından yönetilmeye başlanmıştır.
Müzede Sizleri Neler Bekliyor?
Yazarın hayatından büyük bir kesiti en samimi haliyle bulmanız mümkün. Sait Faik’in çalışma odası, yatak odası ve geri kalan tüm yaşam alanı elden geldiğince muhafaza edilmiş. Yazarın hayatını geçirdiği ve çok sevdiği bu mekanda yaşamının önemli anlarından anılar, siyah beyaz fotoğraflar, ailesi ve sevdikleriyle yazışmaları bulunuyor. Sait Faik’in ölümü ardından adını onurlandırmak sebebiyle verilen Sait Faik Armağanı’na layık görülen yazarların isimleri de müzede bir panoda sergileniyor. 1978 yılından bu yana yazarın ölüm yıldönümü 11 Mayıs’ı izleyen ilk Pazar günü, Burgazada’da bir anma günü yapılıyor ve aynı gün Sait Faik Armağanı sahibini buluyor.
Yazarın kişisel eşyalarının yanında, fotoğraflar, mektuplar, kitapları ve eserlerinde karşımıza çıkan bazı eşya ve belgelerini canlı görmek isterseniz mutlaka Burgazada’ya gelmelisiniz. Sait Faik’in hikayelerine savrulacağınızı hissedeceğiniz bu mekanda misinalar, denizci şapkaları, oltalar ve deniz kabuklarıyla adeta onun kaleminden çıkmış bir karakter gibi hissedeceksiniz.
Sait Faik’in Ardından Müze ve Çalışmalar
Sait Faik ömrünün büyük çoğunluğunu annesiyle beraber kışları Şişli’deki evlerinde, yazları ise Burgazada’daki köşklerinde geçirmiştir. Yazarın babasının vefatının ardından kalıcı olarak Burgazada’daki köşkte yaşamaya başlayan aile, Sait Faik’in hastalığı süresince de buradaki köşklerinde ikamet etmeye devam etmiştir. Bu süre ise Sait Faik’in son on yıllık ömrüne denk düşmektedir.
Ada halkı tarafından oldukça sevilen ve onları her zaman hoş sohbetiyle karşılayan Sait Faik’in ardından Burgazada’daki balıkçı dostları ve esnaf arkadaşları onun eksikliği en derinden hissetmişlerdir. Annesi Makbule Abasıyanık ise, Sait Faik’in ve Abasıyanık ailesinin adadaki hayatının anısını yaşatmak adına köşklerini bir müzeye dönüştürmüştür. Çayır Sokak’ta bulunan 15 numaralı ev 22 Ağustos 1959 tarihinde müze olarak halka hizmet vermeye başlamış, 1964 yılının gelmesiyle Darüşşafaka Cemiyeti’ne devredilmiştir.
Zaman zaman restorasyon ve konservasyon çalışmaları yapılan müze, yeniden düzenlenerek Sait Faik’in vasiyeti doğrultusunda ücretsiz olarak hizmet vermeye başlamıştır. Yıllar sonra, 2014 senesinde, müze içerisinde bir Sait Faik Araştırma Atölyesi kurulmuş; Sait Faik edebiyatına ve yazarın yaşamına dair yeni bilgilerin peşine düşülmüştür.
Edebiyat dünyasında küçük çaplı bir tartışma konusu olan Sait Faik Abasıyanık Müzesi, Orhan Seyfi Orhon’un “Neden Sait Faik?” eleştirilerine karşılık, Aziz Nesin’in “bu müzenin böyle çalışmalar için bir öncü olacağı” fikriyle iki yönlü bir eleştiri ortamı da oluşturmuştur.
Burgazada Sait Faik Abasıyanık Müzesi İletişim Bilgileri
Adres: Burgazadası Mh. Çayır Sk. 34975 l
Telefon: 0216 381 20 60
Okul, grup gezileri için info-saitfaikmuzesi@darussafaka.org adresinden öncelikle rezervasyon yapılması gerekmektedir.
***Sait Faik Abasıyanık Müzesi Covid-19 önlemleri kapsamında çalışma saatlerinde değişik olabilir.